Kâbe’nin unutulduğu yıllardan birinde, ibrahim aleyhisselâm, Hacer validemizi ve oğlu ismail’i alıp, söz konusu vadiye getirir. “Sizi burada bırakmakla emrolundum!” der ve döner. Hacer Hatun, misli zor görülen bir tevekkülle emre boyun eğer, “Olsun, Rabbim bize yeter!” der. Yanlarında bir kırba su ve üç beş hurmaları vardır. Üstelik ismail aleyhisselâm henüz bebektir. Hacer validemiz bir şeyler bulabilmek ümidi ile önce Safa tepesine çıkar. Bir ağaç, bir kuru ot bile yoktur. Sonra Merve tepesine gider. Dönüşünde oğlunu bulamaz. Büyük bir telâşla tekrar Safa ve Merve tepeleri arasında 7 defa gidip gelir. Sonra tatlı bir ses işitir. Karşısında Cebrâil aleyhisselâm görünür. Bu şaşkınlıkta Hacer validemiz oğlunu farkeder. Şirin bebeğin ayakları dibinden berrak bir su çıktığını görür ve biriktirmek ister. Bir yandan akan suyu durdurmaya çalışır, bir yandan da kabını doldurmaya çalışır. Tarifsiz bir telâşla “Zem” (dur) der. Hatta haykırır “Zem!.. Zem!..” Cebrâil aleyhisselâm tebessüm eder. “Bırak aksın! der. Bu su daima akar ve asla tükenmez.”
Zemzem, sadece susuzları kandırmaz, açları da doyurur; dertlere derman olur. Bu su bir süre sonra göçebe kavimlerin dikkatini çeker. Nitekim Cürhümîler, Hacer validemizden izin alıp, Kubeys Dağı eteklerine yerleşirler ve adına Mekke denir.
Kısa zamanda, Zemzem’in şifalı bir su olduğu her tarafa yayılır. Kâbe-i şerîfi ziyarete gelip, zemzem’den içen açlar doyar, susuzlar kanar, hastalar şifa bulur.
Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: